Abdülbâki Efendi’nin himmet ve gayretleriyle gönlündeki manevî keşifleri idrak eden Fuâdî, kısa zamanda ruhen huzura ermiş ve hocasının vefatı ile yarım kalan seyr u sülukunu, onun haleflerinden Küreli meşhur âlim Muhiddin Efendi’den tamamlamıştır.
Ömer Fuâdî de on yedi yıllık müridlik yaşamı olarak ifade edebileceğimiz bu süreci 1604 yılında, hocası Muhiddin Efendi’nin vefatı ile tamamlamış ve bu tarihte Şeyh Şa’bân-ı Velî dergahına beşinci şeyh olarak seçilmiştir.
Ömer Fuâdî döneminde Şa’bânîlik’in sadece Kastamonu’da değil Kastamonu dışında da geniş bir coğrafyaya yayılmaya başladığını görüyoruz. Fuâdî’nin Şeyh Şaban-ı Velî camiindeki sohbetleri geniş halk kitleleri tarafından ilgiyle takip edilmeye başlanmış ve her geçen gün ziyaretçileri artmıştır.
Özellikle fıkıh ve fetva konusunda memleket çapında tanınan Fuâdî’nin, Şeyh Şaban-ı Velî dergahında görevli olduğu süre içinde, en önemli hizmetlerinden birisi de kuskusuz Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin kabrine yapılacak türbeye öncülük etmesidir. Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî adlı eseriyle Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin hayatına ait bütün ayrıntıları bizlere anlatan Ömer Fuâdî, Türbe-nâme adlı eseriyle de Türbenin nasıl yapıldığını ve nelerle karşılaşıldığını bütün detaylarıyla anlatmaktadır.
Aslında Ömer Fuâdî’nin hocası Muhiddin Efendi, Şaban-ı Velî’nin kabrine bir türbe yaptırmayı çok istemişse de, işlerinin yoğunluğu ve şartların elvermemesi gibi nedenlerle, bu isteğini yerine getirememiş; ömrü vefa etmeden önce de Ömer Fuâdî’nin de aralarında bulunduğu bir sohbette bu arzusunu dile getirmiştir.
Ömer Fuâdî dergaha şeyh olarak seçilmesinin ardından, selefi ve hocası Muhiddin Efendi’nin bu arzusunu yerine getirmek için çalışmalara başlayarak, okunan dualar ve kesilen kurbanların ardından türbenin inşasına başlanmıştır. Fuâdî’nin anlattığına göre, inşaatta gayr-i müslim amelelerin de çalışması kendisini bir hayli rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık rüyalarına kadar sirayet etmiştir. Durumu türbenin mimarıyla konuşarak ve onu telkin ederek gideren Fuâdî inşaatın gelişimini de ayrıntılı olarak yazmaktadır.
Türbenin inşaatına, Sultan 2.Osman’ın vezirlerinden Kastamonu valisi Kurşunlu-zâde Mustafa Paşa ve Ömer Kethüda tarafından yardımda bulunulduğunu öğreniyoruz. Ömer Kethüda, Şa’bân-ı Velî’nin talebelerinden Himmet Dede’nin oğlu olup Sultan 1.Ahmed’in baş veziri Murat Paşa’nın dokuz yıl kethüdalığını yapmıştır. İnşaatın devam ettiği bu yıllarda Murat Paşa’nın Diyarbakır’da ölmesiyle yerine Nasuh Paşa geçmiş ve o da Ömer Kethüda’yı katlettirmiştir. Hal böyle olunca yardımlar kesilmiş, iki yıl yarım kalan inşaat harabeye dönmüştür. Bu aşamadan sonra da devlet yardımlarına pek sıcak bakmayan Ömer Fuâdî ve arkadaşları, halktan gelen bağışları makbuz karşılığı kabul etmişler; sonuçta toplanan bu paralarla türbenin inşaatı H.1020 tarihinde tamamlanmış ve tutulan bağış defteri de bizzat Fuâdî tarafından sanduka ile örtü arasına konmuştur.
Ömer Fuâdî de selefleri (kendinden öncekiler) gibi, bir yandan çevresini aydınlatmaya, bilgilendirmeye ve talebeler yetiştirmeye devam etmiş; diğer yandan da sanat ve edebiyatla iştigal ederek bu konuda çeşitli eserler yazmıştır. Mutasavvıf bir şair olan Ömer Fuâdî, şiirlerinde ağırlıklı olarak vahdet-i vücud nazariyesi üzerinde durmuş ve zaman zaman;
“Gitti cismim geldi bir cân yerine
Gitti cânım geldi cânân yerine”
dizelerinde olduğu gibi aşıkâne ve ârifâne şiirler de söylemiştir.
Türk Edebiyatında 16.yy.dan itibaren yazılmaya başlanan ve az sayıda bulunan Gül ve Bülbül içerikli mesnevilerden biri de Ömer Fuâdî’ye ait bulunmaktadır. Edebî değer açısından önemli görülen, aşk ve vahdet temasının konu olarak ele alındığı “Risale-i Bülbüliyye” H.1033 tarihinde yazılmış 1163 beyitlik uzunca bir mesnevidir.
Hayatının her aşamasında çevresine hizmet etmeyi gaye edinmiş olan Ömer Fuâdî, bütün yaşamını Kastamonu’da geçirmiş ve 1636 yılında, 76 yaşında vefat etmiştir. Kabri, Şa’bân-ı Velî türbesi içinde kütüphaneye bitişik olan duvarın yanında bulunmaktadır.
-İlyas Yazar'dan-